"Dünden Bugüne Cumhuriyet’in Kazanımları"na İlişkin Kişisel Bir Hikâye

 

Bugün Cumhuriyetimizin 102. yılını kutluyoruz. Bir asırda nereden nereye geldik; neleri başardık, neleri başaramadık… Bir muhasebesini çıkarayım istedim...

Bu yazıda kendi çocukluğumu anlattım. Duyduklarımı, gördüklerimi, şahit olduklarımı…

Gerçi henüz 50’li yaşların başında olsam da, o günden bugüne neler değişti, kısaca özetlemeye çalıştım.

Benim hikayem’ aynı zamanda Cumhuriyet’in de bir hikayesi…

FİTİLLİ LAMBADAN ÇARŞI EKMEĞİNE

Rahmetli ninem (dedemin annesi), ben çocukken, Rusların Karadeniz sahillerini bombaladığı günleri anlatırdı. Açlığın ve yokluğun nasıl can yaktığını; mısır köteklerinden un çekip ekmek yaptıklarını…

Köyde evler ahşaptı, yollar toprak. Kağnı arabaları yük taşır, teneke depoyla dereden su getirirdi. Ahşap tekerleklerin “bağıra bağıra” gidişi köyün türküsü gibiydi. Mafsalına/dingiline (biz “mağzu” derdik) yağ sürüldüğünde bir de güzel inlerdi…

Geceleri fitilli gaz lambasıyla tuvalete gidilir, küçük tüple yanan ışığa “lüküs” denirdi. At sahibi olmak, araba sahibi olmaktı. Herkes ektiğini yerdi; beyaz ekmek çarşıdaki fırınlarda pişerdi; ona da “çarşı ekmeği” denirdi. 

Çarşı dolmuşları en çok çay, şeker, un taşırdı. Tavuk, ördek, hindi, kaz ortalıkta gezer; yaban (yılkı) atları meralarda kişnerdi. İnekler köy merasında otlar, mandalar çamurlu sularda serinlerdi. Çeltik tarlasında manda öküzleri boylu boyunca çamura batar, öküz arabasıyla birlikte güç bela çekilirdi. Sivrisinek, sülük, yılan, kurbağa, kaplumbağa, cırcır böceği… Hepsi gündelik hayatın parçasıydı. Isırgan, eğrelti, böğürtlen ve daha nice ot; hatta dikenin taze ucu bile kavrulup sofraya gelirdi.

Turşu kavurması yediniz mi hiç? Mısır unlu fasulye turşusu… Yumurtalı kaldırık otu, kiraz turşusu, kara pancar (lahana), sütlü yarma mısır çorbası… Hele bir de keşkeğe benzer “pasta” yemeği vardı ki annemin yaptığı; içinde yok yoktu. Annemin su böreği bir efsaneydi (hâlâ da öyle!).

KÖYDEN İSTANBUL’A

Ben çocukken köylere ilkokullar yapılmıştı. Ortaokul–lise için şehre gitmek şarttı. İlçede ya bir “düz lise” olurdu ya da “imam hatip.” Yıllar geçti, “meslek yüksekokulu” açıldığını duydum. Ben de Terme’de Atatürk İlkokulu ve ardından “düz lise”den mezun olup üniversite için başka bir şehre gidenlerdendim. Benden sonra kalanların çoğu İstanbul’a göç etti; hatta “köyün kahvesi” bile oraya taşındı. 

Gençliğimde bir ara annemin köyünde (Şeyhli), aynı anda üç kahvehane vardı: yaşlıların, orta yaşlıların ve üst katta gençlerin. Tekkiraz’ın küçük meydanı, çevre köylerden gelenlerin okey–kâğıt oynadığı, soluklandığı yerdi. Büyüklerin önünde bacak bacak üstüne atılmaz, içilen sigara gösterilmezdi. Kadınlar çoğunlukla evde, ahırda, tarlada; çocuk bakımı da onların omuzundaydı. “Çocuk” dediğim iki–üç değil ha; üçten dokuza…

Altunlu köyündeki merhum Sami dedemin iki eşi ve 14 çocuğu vardı mesela. O günün koşullarında bu durum “normal” sayılırdı. Bileğimden kalın, kara tahta kütüklerden yapılmış, yerden yüksek bir evi; geniş bir avlusu; hayvanlar için ahırı; yanı başında tarlası vardı dedemin. Bir de evin yanındaki çiçeklikte, çiçek açmış nar ağacı…

Yıllar sonra gittiğimde o tahta ev terk edilmişti. Adeta, boyumu geçen yabani otlar ve ısırganlar arasında kaybolmuştu. O kimsesizlik ve sessizlik içimde bir korku doğurmuştu.

En büyük amcam Şemsettin; Allah rahmet eylesin, okumuş, hâkim olmuştu. Ankara’da Yargıtay daire başkanlığından emekli oldu. Bakıyorum da sülalenin yarısı avukat, hâkim; diğer yarısı asker, polis, hekim, hoca. Dedem, kız–erkek tüm çocuklarını okutmuş. Hatta "okul yok" diye Samsun'da okula göndermiş. Hepsi okumuş, hepsi yurdun dört bir yanına dağılmış…

“TARLAYA ADAM BULAMIYORUZ!”

Artık tüm köy yolları asfalt. Dayılarım aynı avluda iki ayrı traktörle iş yapıyor; türlü makine ve alet var evin önünde… Dallarına çıkıp dut ve incir yediğim ağaçlar yok, gölgesinde oturduğum boylu boyunca uzanan üzüm asması, hiç inmediğim urganlı salıncak da yok tabi... Evler betonarme. Ahırlarda pek hayvan kalmamış. O iri cüsseli, boyunlarında rengarenk boncuklar asılı öküzler yok. Market zincirleri Tekkiraz’a gelmiş; fırın, dükkân, ne ararsan var. Köyün adı bile değişmiş: resmen “mahalle.” Çocuklar okula servisle gidip geliyor — en uzak mesafe 13–15 kilometre.

Şimdilerde yaşlılar, yaşlanıp köye dönenler ve birkaç aile dışında pek kimse yok köylerde. Babam da yaşlanınca bir ev yaptırdı fındık tarlasının yanına; yazın köyde, kışın Samsun’daki evinde. Alışamadı beton üstünde dolaşmaya…

Köylüler şikâyet ediyor: “Kimseyi bulamıyoruz fındık toplamaya.” Bu yüzden Doğu’dan fındık toplamaya gelir olmuş kimileri. Köyün bir avuç kalan merasındaki çadırlar onlarınmış. Bir de “yabancılar” gelip yerleşmeye başlamış oralara. İranlı mı, Iraklı mı, Suriyeli mi emin değilim; ama para verip alıyorlarmış “satılık” olanları...

Aslında çok verimlidir bizim topraklar. Ne ekersen o biter. Yere düşen yeşerir. Her yer yemyeşil; her yerden bir canlı sesi duyulur. Hele bir de manzarası vardır dağ başından… Aşağıda dümdüz ova, kıvrıla kıvrıla akan Terme Çayı; her yer ağaç, yeşilin her tonu orman. Şimdi de sanıyorum yılın en renkli zamanı, fotoğraf çekmeyi en sevdiğim mevsim: sonbahar.

NEYE NİYET, NEYE KISMET!

Bu yazıyı yazmaya oturduğumda “Cumhuriyet’in kazanımları üzerine yazayım” diye düşünmüştüm. Bir anda dalıp çocukluğuma gittim; sonbaharda uçuşan yapraklar gibi anıdan anıya savruldum.

Bu satırları Eskişehir’deki evimden, “memleket”ten 700 kilometre ötede, bir büyükşehirde yazıyorum. Terme’den 17 yaşında ayrıldım. Elimde bir “bond çanta,” üniversiteye geldim. Arada başka şehirler olsa da Eskişehirli oldum sayılır.

Yaş 50’yi geçince mi insan geçmişi daha çok hatırlıyor, bilmem; ama bugün anlıyorum ki, aldığım eğitim, devletin ve anne-babamın bana yaptığı yatırım, benim topluma sunabildiğim katkı, önüme çıkan fırsatlar ve elimden gelen–gelmeyen ne varsa — hepsi Cumhuriyet’in eseri. 

Yokluk içinde bir halkın bugün geldiği nokta gibi Cumhuriyet’in sağladığı birçok kazanımdan söz edebiliriz. En başta bağımsızlık, egemenlik, laiklik, kurumsallaşma; insan ve kadın hakları; hukuk ve yargı düzenlemeleri; eğitim, bilim ve iletişim alanındaki gelişmeler…

Eleştirilere rağmen eğitimde, ekonomide, sanayide geldiğimiz nokta; ulaştırma ve altyapıdaki iyileşme; sağlık alanındaki gelişme; uzay ve uydu sistemlerindeki ilerlemeler; savunma sanayiindeki son atılımlar; kültür ve sanat alanındaki yenilikler; müzeler, parklar, konser ve toplantı salonları…

BARDAĞIN BOŞ VE DOLU TARAFI…

Eksik yönler yok mu; yetersiz, yanlış, “şöyle olsa daha iyi olurdu” diyeceğimiz hususlar? Var elbette.

Tarihten ders alamadığımız, tekrar tekrar aynı şeyleri yaşadığımız, “iki ileri bir geri” gittiğimiz dönemler? 

Bu arada yitirdiğimiz kimi iyi yönlerimiz; değerlerimizde, ahlak anlayışımızda, saygı, kültür ve inançlarımızda aşınmalar? 

Umudunu kaybedenler, yurt dışına gidenler; gidemeyip yüreği burkulanlar, gözü dışarıda olanlar?

Hızlı kentleşme, dengesiz gelişme, gelir adaletinde bozulma, eğitimde eşitsizlik; adam kayırma, şaibe, şike, yolsuzluk?

Ayrışma, kutuplaşma, bencillik, nefret dili; kıskançlık, çekememezlik, ötekileştirme, düşmanlaştırma, marjinalleştirme?

İstediğimiz, arzu ettiğimiz, Atatürk’ün işaret ettiği o “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaştık mı?

Peki ya şeffaflık, dürüstlük, standartlaşma, kurumsallaşma, denetim, hesap verebilirlik, birlikte üretme ve birlikte kalkınma? 

Eksiklerimiz var elbette… Birazı dolu, birazı boş bardak misali; yıllardır tartışıyoruz bunları.

ORTAK EMEĞİMİZ, CUMHURİYETİMİZ

Ancak şurası kesin: Bugün aldığımız nefes, içimize çektiğimiz gökyüzü — nasıl yorumlarsak yorumlayalım — başta Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, tüm gazi ve şehitlerimizin; siyasetçilerimizin, öğretmenlerimizin, mühendislerimizin, hekimlerimizin, çiftçilerimizin, işçilerimizin; kısacası bu toprakların insanlarının ortak emeğinin ürünü...

Benim hikâyem de o ortak emeğin bir parçası. 

Bugün “dolu” olanı görmek özgüvenimizi besliyor; “eksik” olanı dürüstçe kabul etmekse nefsimizi terbiye ediyor. 

Ne yaptıklarımızı başarı sayıp yerimizde sayabiliriz, ne de eksiklerimizi görmezden gelip sırtımızı dönebiliriz. 

Nasıl başarılarımızın gururunu yaşıyorsak, eksiklerimizi gidermenin yollarını da bulmalıyız.

Eğer geçmişin iyi ve kötü olaylarından ders çıkarabilirsek; bilgiyi ve bilimi rehber edinebilirsek; “ben” derken “biz”i, “biz” derken “öteki”ni ayrı görmezsek; farklılıklarımızı zenginliğimiz yapabilirsek; birlikte konuşmayı, tartışmayı, çözüm bulmayı, üretmeyi ve birlikte kalkınmayı daha çok başarabilirsek, işte o zaman “orta gelir tuzağı”nı daha rahat aşarız.

SON SÖZ

Son sözüm şu olsun: Cumhuriyet bir hatıradan çok, her gün yeniden başlayan bir uğraş. Geçmişin deneyimlerinden aldığımız derslerle; eksik, yetersiz ya da ihmal edilmiş yönlerimizi adım adım inşa ettiğimizde, inanıyorum ki çocuklarımıza daha adil, daha özgür, daha müreffeh bir ülke bırakacağız.

Atatürk’ün sözü kulağımda: “Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.” 

O kudreti, bugün akılla, emeğin hakkını vererek ve birlikte başararak yaşatmak — bize düşen en büyük bayramdır.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Daha güzelleri çocuklarımızın olsun.


Prof. Dr. Erkan YÜKSEL


**


30.10.2025 tarihinde şurada yayınlanmıştır:

https://www.akademikakil.com/dunden-bugune-cumhuriyetin-kazanimlarina-iliskin-kisisel-bir-hikaye/erkanyuksel/