"Van" denilince aklıma eskiden ne gelirdi?
Ortasından işlek bir mecburiyet caddesi geçen, “klasik küçüğün büyüğü” bir Doğu
Anadolu şehri…
Yanılmışım.
Van kesinlikle bu tarife uyan bir şehir değil. Büyükşehir adının hakkını veren,
hatta doğunun metropol kentlerinden biri diyebilirim. Hatta biraz “reklamı
yapılsa”, birçok kişinin gidip görmek isteyeceği, farklı açılardan
“gizli/saklı” güzellikler barındıran nadide bir şehir.
İtiraf
edeyim, bu gezi benim için sadece bir yolculuk değil, bir önyargı testi oldu.
Nasıl mı
böyle bir izlenime kapıldım?
Anlatayım…
Ama baştan
söyleyeyim; bu Van’a ilişkin önyargılarımı yıkan, beni şaşırtan pek çok anıyla
dolu, Van’ın hak ettiği gibi uzun bir yazı.
Van ekibimiz: Prof Dr Erkan Yüksel, Meyra Çetinkuş, Öğr Gör Nuray Pelin İlkyaz,
Öğr Gör Hilal Sarıkaya Arslantaş,Habibe-Ceyhun Çetinkuş.
Şişli Öğretmenevi: İlk Sürpriz
Perşembe
sabahı Anadolu Üniversitesinden arkadaşlarımla birlikte Ankara’dan uçağa binip
Van’a indik. Şehir merkezinde, Şişli Öğretmenevi’nde kaldık.
Van’da beni
ilk şaşırtan şey kaldığımız yer oldu. Eskişehir’deki ve başka şehirlerde daha
önce benim kaldığım öğretmenevlerinden çok daha farklı… Şehir merkezinde,
nispeten küçük, dört yıldızlı otel ayarında, temiz, ferah, aydınlık, pozitif,
güler yüzlü çalışanlara sahip bir öğretmenevi…
Daha
ortalama bir yer beklerken, depremden sonra yenilenmiş, küçük ama dört yıldızlı
otel ayarında bir öğretmenevi buldum karşımda.
Meşhur Van Kahvaltısı: Efsane ile Gerçek Arasında
Beni
şaşırtan ikinci şey ise “Van kahvaltısı” oldu.
“Van
kahvaltısı” efsanesi malum. Pek çok şehirde bu isimle reklam yapan pek çok
mekân var.
Biz de
açılışı Van’da Van kahvaltısı ile yapalım dedik. İnternetteki tavsiyeler
üzerine, kaldığımız yere yürüme mesafesindeki Urartuhan’ı ziyaret ettik.
İlginç bir
mekân. Urartular’dan esintiler taşıyan, Eskişehir’de örneğini görmediğim bir
restoran.
Kahvaltının
en “efsane” kısmı çeşit çeşit peynirler ve reçellerdi. Zira başka şehirlerdeki
“Van kahvaltısı” masalarında bu kadar çok çeşidi bir arada görmemiz pek mümkün
değildi. Onun dışında ceviz reçeli, kavurmalı yumurta ve hemen oracıkta
pişirilen ve sıcak servis edilen tandır ekmeği önemli lezzetlerdi. Yalnız bu
kez de benim beklentilerim yüksek geldi demek ki, “efsane kahvaltı” sıfatının
içinin pek de dolduğunu hissetmedim.
Ancak Van’da
güne Van kahvaltısı ile başlamak, her şeye rağmen, mükemmel bir başlangıç oldu
diyebilirim.
Van Kalesi’ne Gidiş: Haritada Yakın, Gerçekte Uzak
Beni
şaşırtan bir diğer şey, Van Kalesi ziyaretimiz oldu. Bu kez de kalenin girişini
ararken ters köşe olduk. Nasıl mı?
Öğretmenevi’nden
biraz uzakta dolmuşa bindik. “Burası” denilince de indik. Kendimizi bir parkın
içinde bulduk. Kale karşımızda duruyor ama tepenin etrafı çevrili ve içeriye
girmek için giriş kapısını bulmak gerekiyor. Lakin herhangi bir yön tabelası,
işaret maalesef yok.
Yoldan geçen
iki kişiyi bulduk,
“Şu arsadan kestirme giderseniz yol biraz kısalır ama geldiğiniz kadar daha
yürümeniz lazım. Duvar kenarından ilerleyin,” dediler.
Taksiye
binip gelmediğimize pişman olduk. Yürüdük de yürüdük…
Göl tarafına
ulaşınca girişi bulduk.
İlk işim ne
oldu dersiniz?
Google Haritalar’a kalenin girişini işaretledim:
“Bari benden sonrakilere kolaylık olsun.”
Neyse, bu
soruna da küçük bir çözüm üretmiş olduk.
Van Kalesi’nden Artos’a Doğru Bakmak
Van Kalesi,
uzaktan bakınca bayağı heybetli görünüyor diyebilirim. Hele bir de akşam
ışıklandırmasını dönerken gördük ki, nefis bir manzara. Ancak tepeye ulaşmak
için epey bir yürümek gerekiyor. Hem de dik bir yokuştan…
Çıkarken iki
kez mola vermek zorunda kaldım. Yanımdaki arkadaşlar genç; hızla tırmanıyorlar.
Neyse, ben de durdukça fotoğraf çektim. Her adımda daha güzelleşen bir manzara
var ne de olsa…
Kalenin
tepesine vardığımda aslında daha büyük ya da geniş bir alan bekliyordum.
Öyledir ya, kale bir yaşam alanı sunar insanlara. Ancak buradaki alan pek de
beklediğim gibi geniş bir yapıda değildi; biraz daha ince ve uzun bir yapı
çıktı karşıma.
Kalenin
içinde de pek bir açıklama ve düzenleme yoktu bence. Yani biraz daha açıklama
tabelaları olan, iki küçük çocuğun “Türkçe, Kürtçe, Japonca, altı dilde size
burayı anlatayım abi” dediği bir yerden daha fazlasını bekliyordum.
Manzara ise
enfesti diyebilirim. Bir yanda Van Gölü, bir yanda eski Van evleri, bir yanda
düz bir ova… Bu coğrafyaya kuş bakışı hâkim bir tepeye kurulmuş kale. Üzerinde
çivi yazısı ile yazılmış Urartular’dan kalma yazılar, insanı düşündürmeye
yetiyor.
Vizontele
filminden adını hatırladığımız Artos Dağı’nın Van’dan görünen, karla kaplı
yüzünü yakından görmenin mutluluğu da cabası…
İniş yolu ise
daha rahat. Tek solukta inebiliyorsunuz. Hemen aşağıdaki pınardan kana kana su
içmenin lezzetine diyecek yok. Boş yere burayı seçmemişler kale yapmak için…
Binlerce yıldır acaba başka kimler içti bu sudan?
Van Müzesi ve Urartular
Dönüş
yolunda Van Müzesi’ni ziyaret ettik. Gezinin en “akademik” kısmı burasıydı
zaten.
Urartu
uygarlığına ait oldukça zengin bir koleksiyona sahip müze yeni yapılmış. Güzel
bir konseptle Van’ın bütün tarihini müzenin koridorlarında görebiliyorsunuz.
Arkeolojik eserler, yazıtlar, günlük yaşamdan izler… Ermeni dönemine ait eser
sayısını biraz az buldum. Ancak Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait eserler de göz
dolduruyor. Hele de o kilimler, desenler, renkler…
Van
kilimlerini ilk kez Kale’yi gezdikten sonra, aşağıdaki dükkânlarda görmüştüm.
Üzerlerinde farklı bir bordo-kırmızı renk vardı.
“Nar kabuğundan elde edilen doğal bir renk,” dediler.
Yurt
dışındaki pek çok müzede gezdiğim resimler aklıma geldi:
“Renk yoksa, ressam ne yapsın? Ne muhteşem bir renk bu!”
Çocuklar
için müzeyi gezmenin belki de en güzel yanı, maketler ve canlandırmalar
diyebilirim. Eğer Van’ı çocuklarla birlikte gezmeye geldiyseniz mutlaka burayı
ziyaret edin. Ancak araba kiralayarak bu gezileri yapsanız çok daha güzel olur.
Müzeyi
gezerken, bundan yaklaşık 3.000 yıl önce kayalara, taşlara kazınmış çivi
yazılarını görmek ve ne yazdığını Türkçe olarak okumak oldukça tuhaf bir his
uyandırıyor.
Yazıtlarda
genellikle:
- Kendini tanrılarla
ilişkilendiren, onlardan yetki aldığını söyleyen bir kral,
- Tanrılara (dolayısıyla kendine)
itaat bekleyen bir yönetim anlayışı,
- Ülkenin sınırlarını, fethedilen
kaleleri, inşa edilen sulama kanallarını anlatan uzun listeler,
- “Bu yazıyı silenin, bu tapınağa
zarar verenin soyuna sopuna şu şu lanetler gelsin” diye biten tehditkâr
cümleler var.
Kısacası, taşlara yazılmış binlerce yıllık siyaset bilimi ve sosyoloji dersi.
Lezzetler ve Fiyatlar
Müzeden
çıktığımızda saat 17 gibi hava kararmıştı. Sanki güneş batınca iklim değişmişti.
Sanki Artos’un tüm soğuğu üzerimize doğru esiyordu. Epey dolmuş bekledik.
Trafik kalabalık olmasına rağmen taksi bulmakta bile zorlandık.
Şehre kadar
olan tüm yolculuğumuzun taksi bedeli: 250 TL.
Gökyüzünde
dolunay; o kadar büyük ki…
Akşam,
tavsiye edilen bir başka mekânda, Van Menceli’de yemek yedik.
Çorba…
Tek kelimeyle harikaydı.
Menüde çok
özgün yemekler vardı; klasikleşmiş Anadolu mutfağının ötesine geçen, şefin
kendine has baharat dokunuşları olan tabaklar.
Sanırım
burada hiçbir lokantada sade pilav yok. Ya içli pilav, ya havuçlu-bezelyeli, ya
bademli ya baharatlı, çeşit çeşit… Her restoranda farklı bir güzellik, farklı
bir lezzet şöleni…
Farklı bir
yanı da fiyatlar. Eskişehir’le kıyaslayınca et 200 lira daha ucuz. Restoranda
ödediğimiz toplam para da en az üçte bir daha uygun.
“Van Gölü Canavarı”
Ertesi gün Ahtamar
(Ahtamara / Akdamar) Adası’na, uzun sayılabilecek bir tekne yolculuğuyla
çıktık.
Van Gölü’ne
burada “deniz” diyorlar. Suyu sodalı ve tuzlu; bu nedenle içinde sadece bu
koşullara uyum sağlamış özel bir balık türü yaşayabiliyor: İnci kefali.
Su sodalı ve
tuzlu; aynı zamanda tertemiz, adeta dibi görünüyor.
“Van Gölü
canavarı?”
Elbette biz de bakındık. Arkadaşımızın küçük kızı Meyra ile epey aradık. Ama
nafile; biz de göremedik.
Tekne
kaptanıyla da sohbet ettik. Suların son yıllarda bir metre kadar
çekildiğini,
kuraklığın etkisini anlattı. “Eskisi gibi değil buralar,” dedi.
Konuştuğum
yerli Vanlıların çoğu, çocuklarını başka şehirlere göndermiş. Deprem
bölgesinden, Hakkâri’den ve yakın illerden göç almış Van. “İki milyona
yaklaşmıştır,” diyorlar ama resmî rakam “1 milyon 272 bin” diyor.
Tarım ve
hayvancılık eskisi kadar güçlü değilmiş, üretim azalmış…
Yol uzun, su
durgun; turkuvaz manzara eşliğinde hem konuşup hem düşünerek adaya yaklaştık.
Ahtamar Adası ve Kilisesi
“Tamara
isimli bir Ermeni kız varmış, babası bir Müslümanla evlenmesini istemediği için
onu bu adaya hapsetmiş. Ancak kız akşamları ışık tutar, oğlan da yüzerek ona
gelirmiş. Bunu öğrenen babası adanın farklı farklı yerlerinden ışık yapıp bir
akşam oğlanı kandırmış ve oğlan da o gece gölde boğularak hayatını kaybetmiş.
Yüzerken ‘Ah Tamara’ dediği için de adanın adı böyle kalmış.”
Adanın
adının bu efsaneden geldiğini anlatıyor Meyra.
Adada
tavşanlar, martılar, hafif tuzlu göl kokusu, eşsiz bir manzara ve tarihi kilise
bizi karşılıyor…
Adanın ve
kilisenin benim için anlamı ise çok daha başka.
Neden mi?
Çünkü,
üniversitede Sanat Tarihi dersimizin sınav sorusuydu bu ada ve kilise… Yıllar
önce sevgili hocam Ebru Parman, renkli dia slaytlar eşliğinde bize anlatmıştı
buraları. Sonra da sınavda sormuştu.
Yıllar sonra
o slayttaki görüntünün içinde yürümek, taşlara dokunmak, duvarları çıplak gözle
görmek, tuhaf bir tamamlanmışlık hissi veriyor insana…
O kadar
lafını ettik. İnci kefali yemeden buradan dönülür mü?
Akşam, hava
kararırken bu kez Altınsu Restoran’da yemeğimizi yedik. Levrek–mezgit, biraz da
istavrit tadı karışımı, tamamen kılçıksız, yağda kızarmış inci kefali… Lezzetli
mi lezzetli…
Sırf bu
balık için bile Van’a gelinmez mi; Van’ın tanıtımı yapılmaz mı?
Ama sanırım
ben salataları ve nar sosunu daha çok sevdim. Yine çok güzel bir salata, yine
birbirinden eşsiz mezeler, çeşit çeşit, birbirinden güzel lezzetler…
Burada her
restoranın sanki imzası gibi birbirinden farklı tatları, lezzetleri var.
Yemeklerin isimleri, içlerindeki baharatlar, kullanılan malzemeler kelimelerle
anlatılmaz…
Sokaklar, Trafik ve Gece Hayatı
Akşam olunca
Van, bambaşka bir atmosfere bürünüyor. İki gecedir “Siz bir de gece hayatını
görün,” dedikleri kadar varmış.
Gece geç
saatlere kadar çoluk çocuk sokaklarda. Caddeler gündüz gibi kalabalık. “Siz bir
de yazın görün,” diyorlar bu kez.
Akşam saat 22.00…
Dükkanların büyük bölümü açık, kafelerden canlı müzik sesleri yükseliyor.
İstanbul’un kalabalık caddeleri gibi sokaklar insan seli. Kafeler tıklım
tıklım. Yan yana bir sürü kafe, kahvehane, okey salonu, güzellik salonu,
kuaförler, marketler dikkatimi çekiyor.
Bir yandan
da ciddi bir trafik sıkışıklığı var.
Yolların sağında solunda park eden arabalar, dar sokaklar, artan araç sayısı…
Yerel halk
trafikten şikâyetçi: “Çare bulamadılar,” diyorlar.
“Tramvay da yapılacak,” diyor bir başkası. Ama içimden, “Acaba sorunu çözer mi,
yoksa Eskişehir’deki gibi dar yollarla birlikte trafiği katmerlendirir mi?”
diye düşünüyorum.
Bir de
İranlı turistler var tabii…
Van
ekonomisini “Onlar ayakta tutuyor,” diyorlar. AVM’lerden ellerinde çanta çanta
kıyafetle çıkıyorlarmış. “Tekstil İran’da pahalı. Buradan alıp orada satıyorlar
bir kısmı,” diyorlar. Oradan da tütün, nargile tütünü, aromalı bir şeyler,
züccaciye ürünleri, kaçak şeyler geliyormuş.
İranlıların
gittiği, Türklere kapalı olduğu söylenen bazı eğlence mekânlarından da söz
ediyorlar. YouTube’da biz de izledik eğlence partisini ve herkes gibi şaşırdık.
Sokakta
yürürken İranlı turistleri genelde giyim tarzlarından, makyajlarından,
alışveriş poşetlerinden tanıdığınız söyleniyor. Kalın dudaklı, etli yanaklı,
özenle yapılmış saçlı, şık giyimli kadınlar…
Ama gerçekte
kim nereli, kim hangi dili konuşuyor, sokakta anlamak pek kolay değil. Sanki
birçok dil konuşuluyor sokakta. İstanbul gibi…
İki büyük
AVM var aynı işlek caddenin üzerinde. Biri caddenin bir ucunda, diğeri öbür uçta.
Eskişehir’de olmayan markaların logolarını gördüm binanın üzerinde. Ama içeriye
girmeye değer olduğunu düşünmedim. Ne de olsa her yerde aynı AVM…
Üniversite Kampüsü
Van Yüzüncü
Yıl Üniversitesi kampüsünde cumartesi ve pazar AÖF sınavlarında görev yaptık.
Bu yazının konusu sınavlar değil elbette ama kampüsten söz etmeden geçmek
olmaz.
Burasının
Türkiye’nin en büyük kampüsü olduğunu öğrendim. Resmî kayıtlarda kampüs alanı
yaklaşık 30.000 dekar (yani yaklaşık 3.000 hektar). Tabii böyle olunca, binalar
arasında epey yürüme mesafesi var.
Kampüs
içinde sanırım en güzel yer; Bunny Kafe ve İkizler Restoran. Göl kenarında,
benzeri Eskişehir’de olmayan bir mekân.
Restoranın
sahibi Tamer Bey’le de tanıştım. Sohbet ederken Eskişehir’deki neredeyse tüm
restoranları bildiğini söyledi.
“İşini seven insan belli oluyor,” dedim yüzüne karşı.
Burada
yediğim kuşbaşılı pide, şimdiye kadar alıştıklarımdan farklı bir hamura
sahipti. Merak edip sordum:
“Dört farklı ilden gelen özel unları karıştırıyoruz,” dedi.
Gerçekten de
hamur, sanki pastane simidiyle Eskişehir simidinin ununun buluşması gibiydi:
Ağızda dağılan, biraz şekerli gibi, kendine özgü bir tat. Üstündeki kuşbaşı ise
patrondan torpilli…
Tatlı yemek
için yan tarafa geçiliyor.
Tamer Bey,
“Sebastian’da iddialıyız,” dedi (San Sebastian cheesecake). Aynen de öyleydi;
tatlı da kahve de harikaydı. Böyle bir manzara ve böyle şık bir restorana
yakışacağı gibi.
"Van Kedisi evi?"
Maalesef Van'ın simgesi mavi-yeşil gözlü kedileri görmek, kucağıma alıp sevmek için vaktim olmadı. Kampüse gidenlerin "mutlaka" dediği bu yere, Meyra iki kere gitti. Anlata anlata bitiremedi. Dünyanın en güzel kedisi seçilen kedinin fotoğraflarını ve sevgi dolu diğer kedileri gösterdi.
Ailece Gidilecek Mekân Arayanlara
Son akşam da
İsmail Bey’in ısrarlı tavsiyesi üzerine Merkez Et Lokantası’na gittik. İyi ki
gitmişiz.
Masaya
oturmadan konuşmaya başladık:
“Eskişehir’de böyle çoluk çocuk gidilebilecek, bu kadar geniş, şık ve ferah bir
mekân maalesef yok.”
Yemekler,
etler, ikramlar, temizlik, düzen, çalışanların ilgi ve alakası ve de uygun
fiyatlar…
Anlatılmaz, yaşanır…
Yine
şaşırttı beni Van!
Çaylar, Tatlar ve Küçük Ayrıntılar
Beni
şaşırtan bir başka şey ise çaylardı.
Gittiğim pek
çok mekânda farklı tatta çaylar içtim:
Karanfilli, bergamotlu, tarçınlı, kaçak çay, çeşitli karışımlar…
Türkiye’nin
pek çok yerinde “çay” derseniz aşağı yukarı aynı tat gelir. En fazla Doğu’da
“bir tık daha koyu kaçak çay” farkı olur. Burada ise neredeyse her mekânın
kendine özgü bir çay imzası var gibiydi.
Karadenizli
bir çaykolik olarak bu kadar çeşitliliği ilk kez gördüm ve çok hoşuma gitti
doğrusu.
Rus (!) Pazarı ve Dolu Bavullar
Dönüş öncesi
klasik faslı da yaptık elbette:
İnce kabuklu
ceviz, kavurma, peynir çeşitleri, kuruyemişler, yöreye özgü ceviz reçeli ve
adını bile unutabileceğim daha başka şeyler…
Rus
Pazarı’ndan marka termos, porselen çaydanlık, çay tabakları…
“Sahte mi?”
En çok sorduğumuz soru.
Adı “Rus”
olsa da içinde Rus olmayan; sanırım bir çeşit “Halk Pazarı” tadında bir
alışveriş bölgesi. Van’ın kimliğini biraz daha anlatan çeşit çeşit mağazalar,
restoranlar şehrin bu yakasında…
Hâlâ
düşünüyorum:
“Gerçek mi bunlar? Çünkü dörtte bir, beşte bir fiyatına…”
Son Söz
Neyse…
Yedik, içtik, gezdik, gördük, hediyeliklerimizi aldık.
Pazar gece
de bir ara kısa bir deprem oldu, sallandık.
Şimdi dönüyoruz.
Van’a kimi
önyargılarla geldim; hiç beklemediğim güzellikler, lezzetler, manzaralar,
dostluklar, insanlıklar gördüm.
Siyasetle
ilgili konuştuklarımızı yazmıyorum. Ancak Van’ın kesinlikle tanıtılmaya
ihtiyacı var. Van’da olanların yarısına bile sahip olamayan şehirlerin ne kadar
turist çektiğini, ne kadar olumlu algıya sahip olduğunu düşününce, Van’ın hak
ettiği yere gelmesi için yerel yönetimlere önemli görevler düşüyor diye
düşünüyorum.
Van
Belediyesi’nin hizmetleri burada şehirdeki billboardlarda halka duyuruluyor.
Belki yüzlerce hizmete ilişkin bilgilendirme var. Hatta diyebilirim ki,
bunların yarısı Eskişehir’de belki de yok. Bu da şaşırtıcı bir durum ve
tartışılması gereken başlı başına bir ders içeriği…
Mesele,
gönül meselesi…
“Tekrar
gelir misin?” diye sorsalar:
Neden olmasın?
Evet,
canavar görmedik belki ama Van’da fazlasıyla “can” gördük, canlılık gördük.
Belki bir dahaki sefere Van kedisi de severiz.
Tekrar görüşmek üzere, Allahaısmarladık…
Prof. Dr. Erkan Yüksel
(4-8 Aralık 2025)