Sabahları televizyon izleme şansım neredeyse hiç olmuyor. Gün, dersler, yazılar, toplantılar… Bir bakmışım akşam olmuş. Ama bugün, gündemdeki konularla ilgili olarak eşim “Bir bak, Hakan Ural’ın yorumları çok yerinde” deyince merak ettim. Kanal D’deki Neler Oluyor Hayatta programını geriye alıp izledim. Üçüncü sayfa haberleri ya da “marazi” diye etiketlediğimiz olayları konuşurlarken Ural’ın bir cümlesi bende bu yazının kıvılcımını çaktı:
“Artık her
şey yozlaştı… Her konuyu insanın yozlaşık olduğunu bilerek değerlendirelim.”
Sert bir
cümle. Hatta biraz “düşürücü” bir cümle. İnsan, böyle bir cümleyi duyunca ya
savunmaya geçiyor ya da içinden “Evet, galiba haklı” deyip bir tür yorgun
kabullenişe kayıyor. Ben ikisinin ortasında kaldım. Çünkü uzun süredir ana
haber bültenlerinde bu tür olayları özellikle izlemiyordum. Toplumun “bu kadar”
yozlaştığı tespiti bana ağır geliyordu. Çoğu kişinin yaptığı gibi, belki de
görmezden gelmeyi tercih ediyordum.
Ama bugün
izlediklerim şunu düşündürdü: Biz neyi konuşuyoruz? Sadece olayları mı, yoksa
bir “yeni normal”i mi?
MUHABBET NEREDEN GELDİ?
Aslında her
gün ana haberlerden aşina olduğumuz bazı başlıkları alt alta koyunca, siz de
“bu kadar da olmaz” demeden geçemeyeceksiniz:
Okul
müdürünü tüfekle vuran 12 yaşındaki öğrenci… Hastanede “drift” skandalı… “Akli
dengesi yerinde değil” denilerek serbest bırakılan katil koca tartışması… “Yine
ilaçlama, yine ölüm”… Engelli araç sürücüsüne saldırı… Kurşun yağmuru… Boşanma
kavgaları… Ünlülerin uyuşturucu ve seks hayatı… Ve elbette şike davaları, spor
dünyasında olanlar (Fenerbahçe’nin başına gelenler dahil)…
Haber
akışının içinde bir ortak damar var: Şiddetin sıradanlaşması, sınırların
kayması, utanma eşiğinin düşmesi, “hak” ile “haksız” arasındaki çizginin puslu
bir hale gelmesi…
“YOZLAŞMIŞ İNSAN MANZARALARI”
Programda
Ferda Yıldırım, her video haberin ardından Ural’a yorumlarını soruyordu. Ural
da ana hatlarıyla şu çerçeveyi kuruyordu (bunu bire bir deşifre değil, izleyici
olarak bende kalan “öz” olarak aktaracağım):
- İnsanların çıkar için her şeyi
yapabilir hale geldiğini,
- Her yerde bir “indiregandi” (iş
çevirme, dolambaç, kurnazlık) düzeni olduğunu,
- Zaafların yakalanıp tehdit,
şantaj, uyuşturucu, şöhret gibi araçlarla insanların yönlendirilebildiğini,
- İhale, rapor, ehliyet, diploma,
ne isteniyorsa o yönde bir “motive etme” mekanizması kurulduğunu,
- Bilginin çarpıtıldığı için
artık gördüğümüze duyduğumuza bile inanamadığımızı,
- Bu yüzden de “yozlaşmayı mendil
gibi üzerimize koyup” olayları o gözle okumamız gerektiğini…
Bu yorumlar
beni iki yerden yakaladı. Birincisi, gündelik hayatta da “herkes kendi
çıkarının peşinde” duygusunu zaman zaman hissetmiyor muyuz? İkincisi, bu duygu
bizi iki tehlikeli yere taşıyabiliyor: umutsuzluk ve normalleştirme.
Ben de tam
bu noktada durup düşündüm. “Yozlaşma” dediğimiz şey tam olarak nedir? Bu kadar
geniş mi? Her şey bunun içinde mi? Ve asıl soru: Buradan çıkış var mı?
“YOZLAŞMA” TAM OLARAK NE DEMEK?
Sanırım en
basit tanımlardan biri şu: “Emanet edilen güç/konumun, kamu yararı yerine
özel çıkar için kullanılması.”
Bu tanım,
literatürde “yolsuzluk algı endeksi (CPI)” gibi çalışmalarda da benzer biçimde
geçiyor: “Emanet edilen gücün özel kazanç için kötüye kullanımı.”
Burada
kritik bir ayrıntı var: Özel çıkar illa “para” olmak zorunda değil. Kadro,
ihale, statü, ayrıcalık, dokunulmazlık hissi, “bizden olma” konforu, “bir
telefonla iş çözme şehveti” gibi pek çok ayrıcalık bu kapsama giriyor.
Rüşvet,
yozlaşmanın en görünür ucu. Ama “yozlaşma ekosistemi” dediğimizde, işin
içinde şunlar da var:
- Kayırmacılık (nepotizm),
- Kuralın kişiye göre esnemesi,
- Süreç şeffaflığı eksikliği,
- Gösterişçi şeffaflık (şeffafız
demek ama veriyi göstermemek),
- Hesap vermezlik
(sorulmaz/sorgulanmaz alanlar),
- Denetimin siyasallaşması,
- Kurumsal itibarın gerçeğin
önüne konulması…
Ve çoğu
zaman yozlaşma büyük bir skandalla değil, küçük cümlelerle başlıyor:
- “Bir seferden bir şey olmaz.”
- “Usul böyle.”
- “Sistemi ben mi düzelteceğim?”
- “Ben yapmazsam başkası
yapacak.”
Bu cümleler,
ahlak ve vicdan pusulasının yönünü yavaş yavaş kaydırıyor.
Burada
altını çizmek istediğim en önemli nokta ise şu: Mesele sadece “kötü insanlar”, “çürük
elmalar” meselesi değil. İyi bilinen insanların bile kısa yoldan geçmeye
teşvik edildiği bir düzen oluştuğunda, yozlaşma kişisel kusur olmaktan
çıkıp sistemik bir örüntüye dönüşüyor.
NEYE ALIŞIYORUZ?
Şimdi bir
noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Yozlaşmanın “toplumsal iklim”e
dönüşüp dönüşmediğini anlamak için kendimize şunu sormamız gerekiyor:
“Bu
haberleri izlediğimizde neye şaşırıyoruz? Neye alışıyoruz? Neyi “hak edilmiş”
sayıyoruz?”
Haberlerin
iki etkisi var:
- Farkındalık üretir: “Bu normal
değil” dedirtir.
- Duyarsızlaştırır: Her gün
tekrarlandıkça “normal” hissi verir.
Gündelik
haber akışı içinde şiddet, yalan, dolandırıcılık, kayırma, ‘rezalet’ kelimeleri
o kadar sık geçiyor ki bir süre sonra, insanın zihni kendini korumak için bir
tür “hissizleştirme”ye gidiyor. Bu, bireysel bir kusur değil; aslında bir
savunma mekanizması.
Sosyolojide
buna “sapmanın normalleşmesi (normalization of deviance)” deniyor: Başta
riskli ve kabul edilemez görülen davranışlar, tekrarlandıkça “oluyormuş demek
ki” eşiğine çekilebiliyor. Tekrarlanan davranışlar arttıkça kınama azalıyor;
kınama azaldıkça tekrarlar artıyor… Ve yeni bir “normal” inşa ediliyor.
Bu “normal”,
bazen en tehlikeli normal oluyor…
YOZLAŞMA NASIL KURUMSALLAŞIYOR?
Yozlaşmayı
anlamanın en iyi yollarından biri, “karakter bozukluğu” etiketinden sıyrılıp “mekanizmaya”
bakmak. Çünkü mekanizma, kişiden bağımsız olarak işleyebiliyor.
Dünya
gündeminde çok konuşulmuş bazı örnekler var.
Buradaki
örnekler, “biz de böyleyiz” demek için değil; sistemlerin nasıl bozulabildiğini
görmek için iyi dersler.
1) Enron skandalı: Dünya devlerinden Enron adlı şirket, bir dönem “başarı” sembolüyken; muhasebe oyunlarıyla gerçeğin nasıl eğilip bükülebildiği ortaya çıktı. Kurum kültürü agresif büyüme ve kısa vadeli kazanç üzerine kurulduğunda, etik sınırlar esnemişti. Performans göstergeleri çarpıktı ama yöneticiler göstergeleri iyileştirmişti.
2) FIFA soruşturması: Spor, duygusal bağ kurduğumuz bir alan. Tam da bu yüzden, “sevgimiz” kurumu denetimden muaf tutabiliyor. Denetimsizlik, zamanla dokunulmazlık hissi üretiyor. Dokunulmazlık hissi de yozlaşmanın oksijeni oluyor.
3) Panama Belgeleri: Offshore yapılar, sadece vergi meselesi değil; şeffaflığı azaltan bir “gizlilik ekosistemi” de kurabiliyor. Şeffaflık burada sadece “iyi bir değer” değil; kötüye kullanımı pahalılaştıran bir güvenlik mekanizması olarak görünüyor.
4) Volkswagen emisyon skandalı: Kurala uyuyormuş gibi görünmek için hile yapılabildiğini bir de Volkswagen’de gördük. Bu bize şunu söylüyor: Denetim sadece var olmakla yetmez; akıllı, bağımsız ve sürekli olmak zorundadır.
Bu örnekler
neyi gösteriyor?
“Yozlaşma
çoğu zaman aniden patlamaz ama adım adım yerleşir.”
PEKİ NEDEN YOZLAŞILIR?
Örnekler üzerinden bakınca üç kilit nokta öne çıkıyor: İnsan psikolojisi, teşvikler ve sessizlik.
1) Psikoloji: İnsanın kendi kendini kandırması
İnsan zihni,
yaptığı şeyi haklı göstermede şaşırtıcı derecede yaratıcıdır. Haberlerden aşina
olduğumuz “mazeret cümleleri”ni eminim siz de duymuşsunuzdur:
- “Ben de mağdurum.”
- “Bir anlık sinir…”
- “Farkında değildim /
yanlışlıkla oldu…”
- “Herkes yapıyor.”
- “Zaten sistem böyle.”
- “Zorunda kaldım.”
- “Beni mecbur ettiler.”
- “Ben yapmasam başkası
yapacaktı.”
- “Çocuklar için…”
- “Ailemi korumak için…”
- “Beni yanlış anladınız.”
Bu cümleler
bazen gerçek bir zorlanmayı anlatır; bazen de sorumluluğu buharlaştırır. İşte
yozlaşma, çoğu zaman sorumluluğun erozyona uğradığı yerde kök salar.
2) Teşvikler: Sistem kimi ödüllendiriyorsa, o çoğalır
Kısa yoldan
iş çözen “gözü açık”, “işini bilen”, “gemisini kurtaran kaptan” diye
alkışlanıyorsa… Uzun yoldan doğru yapan “enayi” gibi hissettiriliyorsa… Burada
sadece etik değil, aynı zamanda toplumsal/sistemsel bir sorun var demektir.
Sistem;
dürüstlüğü maliyetli, kurnazlığı kazançlı hale getirirse, sonuçlar şaşırtıcı
olmaktan çıkar.
Hakan Ural’ın
bu haberlere artık şaşırmadığını söylemesi, belki de bundan…
3) Sessizlik: Konuşmama kültürü yozlaşmanın konfor
alanıdır
Bir de
“sessizlik” var. Konuşmak bedel gerektiriyorsa, insanlar susar. İnsanlar susunca,
yozlaşma rahatlar. Kurum içi iletişimde “Bunu dile getirirsem başıma iş gelir”
korkusu yaygınlaşırsa, etik iklim hızla bozulur.
Yozlaşma,
çoğu zaman gürültüde değil; suskunlukta büyür.
BURADAN ÇIKIŞ VAR MI?
Türkiye’de
yozlaşma tartışmaları genellikle iki uçta sıkışıyor:
- Umutsuzluk: “Herkes kötü, hiçbir şey
düzelmez.”
- Normalleştirme: “Abartılıyor, her yerde var.”
İkisi de
tehlikeli…
Umutsuzluk
bizi felç eder; normalleştirme ise hastalığı “doğal” hale getirir.
Oysa üçüncü
bir yol da mümkün: Mekanizmaları görmek ve düzeltilebilir noktalarda
harekete geçmek.
Yozlaşmaya karşı en yaygın refleks, “ahlak çağrısı” yapmak… “Ahlak” elbette lazım. Ama tek başına yetmediği de ortada. Çünkü mesele sadece insanın iç sesi değil; aynı zamanda sistemin dış sesi.
Bu yüzden literatürün
yolsuzlukla mücadelede tanımladığı şu üç parçanın birlikte çalışması gerekiyor:
- Şeffaflık: Süreçlerin görünür olması
- Hesap verebilirlik: Yanlışın bedelinin tutarlı
olması
- Kültür: Doğrunun ödüllendirildiği bir
iklim
Dünyadaki
örneklere bakıldığında, bu üçünden biri eksik olursa, yolsuzlukla mücadele sistemi
maalesef tökezliyor. Şeffaflık var ama hesap yoksa; “seyirlik şeffaflık” oluyor.
Hesap var ama kültür yoksa; korku doğuyor, içten dönüşüm gerçekleşmiyor. Kültür
var ama sistem yoksa; bu kez de iyi niyet yoruluyor.
O halde kurumsal
düzeyden başlayarak bireysel düzeye kadar herkesin bu yozlaşmanın farkına
varması, bu iklimden uzaklaşması ve yeni atmosfere uyum sağlaması gerekiyor.
Nasıl
yozlaşma bulaşıcıysa, dürüstlüğün de olabildiğini göstermemiz gerekiyor. Yeter
ki doğru davranış “enayi cesareti” gibi değil, “saygınlık standardı” gibi
kodlansın.
SON SÖZ
Toplumsal
yozlaşma, çoğu zaman iyi insanların yorgunlukla, korkuyla, umutsuzlukla
“alıştığı” bir düzenin adı olarak tanımlanıyor.
Hakan
Ural’ın “her konuyu insanın yozlaşık olduğunu bilerek değerlendirelim” cümlesi,
bence bize şunu söylüyor: Haberlerin kendisinden önce, normlarımızı
konuşmamız gerekiyor. Neyi normal sayıyoruz? Neyi “idare ederiz” diye
geçiştiriyoruz? Hangi küçük tavizleri büyütüp sistem haline getiriyoruz?
İyi haber
şu: Bu hastalığın reçetesi de tedavisi de bizim elimizde.
Bilim bize
mekanizmayı gösterir; eğitim bize beceri kazandırır; rehberlik bize yol açar.
Tam da burada, kişisel bir motto gibi değil, toplumsal bir ihtiyaç gibi
duruyor:
Bilimle yol
aç, eğitimle el ver, rehberlikle iz bırak ve her adımda bireye ve topluma değer
kat…
Prof Dr Erkan Yüksel