Adnan Oktar’ın “kedicikleri”ni hatırlarsınız. Hepsi birbirine benzeyen kadınlar, kimilerine göre birer estetik “harikasıydı.”
Fark ettiniz mi bilmem ama son zamanlarda televizyon ekranlarında, sokakta ya da AVM’lerde gördüğümüz birçok kadın aynı şekilde birbirine benzemeye başladı. Saçlar, kaşlar, kirpikler, elmacık kemikleri, burunlar, dudaklar, dişler, tırnaklar tek bir elden çıkmış gibi.
Kıyafet modası gibi yüzün de modası mı oluşmaya başladı diye düşünüyor insan.
Hayır, sadece kadınlar değil elbette. Erkeklerde de durum farklı değil. Saç ektirmek artık sıradanlaştı. Ama orada da bitmiyor. Kaş, saç, sakal, tırnak derken erkek kuaförlerinin önü yüzleri maskeli gençlerle dolmaya başladı. Erkekler için de kremler, bakımlar, enjeksiyonlar söz konusu.
Kısacası bir güzellik, bakım ve estetik çılgınlığı yaşıyor gibiyiz. Sağlık programı adı altında ekranlarda en çok bu konuşuluyor: “mucize bakım kürleri”, “sihirli dokunuşlar”, “minik dolgular”, “gençlik aşıları”, “parlak ciltler”…
Neticeyi de Instagram üzerinden görmek mümkün. Sosyal medya, adeta “pazarın” vitrini…
ABARTIYOR MUYUM?
O halde verilere bakalım.
Türkiye’de yalnızca 2022 yılında yaklaşık 471 bin kozmetik girişim (cerrahi ve cerrahi olmayan estetik işlem) yapılmış. Bu sayı içinde liposuction (yağ aldırma), burun estetiği, yüz gençleştirme, diş estetiği gibi işlemler var. En çok yapılan iki operasyon: yağ aldırma (yaklaşık 64.600 işlem) ve burun estetiği (yaklaşık 56.700 işlem).
Sağlık turizmi rakamları da ilginç: 2024 verilerine göre ülkemize gelen 1 milyonu aşkın sağlık turistinin neredeyse yarısının “görünüş odaklı” işlemler (burun, saç, diş, şekillendirme) için geldiği kaydediliyor. Artık “dış pazara” da epey bir hizmet veremeye başlamışız.
Küresel ölçekte ise 2023 rakamlarıyla 19 milyonu aşkın cerrahi olmayan işlemden (Botox, dolgu, PRP, lazer vb.) ve milyonlarca cerrahi müdahaleden söz ediliyor. Bu ligde ABD, Brezilya, Güney Kore, Meksika, Kolombiya gibi ülkeler başı çekiyor. İran’da bile, ekonomik zorluklara rağmen burun estetiği neredeyse bir “sosyal avantaj belgesi” gibi görülüyor.
Sanki toplumsal kabulün pasaportu, güzellik ve estetik salonlarından geçiyor. Kimi Uzak Doğu ülkelerinde bu durum şimdiden toplumsal bir gerçeklik halini almış durumda.
Burada mesele sadece kaş yaptırmak değil; insanın kendi değerini dışarıdan kiralar hale gelmesi.
Güzellik ekonomisinin para kazanma hırsı ayrı bir konu ama benim asıl merak ettiğim şu: Bu kadar yaygın estetik arayışının altında daha başka ne yatıyor? Mesela kişinin “değersizlik hissi / inancı” bu açıklamanın neresinde duruyor?
EN DERİN HİPNOZUMUZ: DEĞERSİZLİK
Bülent Uran, “En derin hipnozumuz: Değersizlik inancı” kitabında bunun bir his değil, bir inanç hâline geldiğini savunuyor. Çünkü bilinçaltımız “ben mevcut hâlimle değerli değilim” sözüne inanıyor. Bu durumda zihinde şu cümleler yankılanıyor:
– Eğer kusursuz olursam eleştirilmem.
– Değerim yaptıklarımla ölçülür.
– Başkalarına faydam olursam var olurum.
– Beni beğenirlerse kıymet görürüm.
– Ne kadar parlarsam o kadar değerliyim.
– Zengin / kusursuz / genç görünürsem saygı görürüm.
Dolayısıyla “değer”, içsel bir hak olmaktan çıkıyor; dışarıdan kazanılması gereken bir puana dönüşüyor.
İçinde yetersizlik hisseden kişi, sürekli taktığı maskelerle dışarıya “ben aslında çok değerliyim” mesajı vermeye çalışıyor. Bunun için kimisi aşırı başarılı olma, kimisi çok beğenilme, kimisi kusursuz / çok zengin / çok saygın görünme çabasıyla içindeki değersizliği bastırmaya uğraşıyor.
Bu durum aynı zamanda kronik yorgunluk, motivasyon düşüklüğü, migren tipi baş ağrıları, mide-sindirim sorunları, sürekli “boşluk” hissi ya da “doymama” hali gibi sonuçlar da doğuruyor.
PEKİ, BU İNANÇ NEREDEN GELİYOR?
Literatürde daha çok “değersizlik duygusu” olarak tanımlanan olgunun başlıca nedenleri daha çok çocuklukta aranıyor.
Örneğin kişi çocuklukta “koşullu sevgi” almayı öğreniyor. Ona “Aferin ama bak bir dahakine yüksek not al” deniyor. Sevgi şarta bağlanınca çocuk şunu öğreniyor: “Olduğum hâlim yetmiyor.”
Çocuk sürekli kıyaslanıyor: “Kardeşin böyle yapmıyor”, “Komşunun kızı şöyle”, “Filancanın oğlu daha yüksek not almış”… Değer, kendinden değil, başkasından iyi olmaktan geliyor.
Utandırılıyor: “Ayıp”, “Kız başına”, “Erkek adam ağlamaz”, “Bu kiloyla mı çıkacaksın?” Beden daha çocukken mahkeme konusu yapılıyor.
Sürekli performans baskısıyla zorlanıyor: Sınavlar, notlar, kariyer, maaş, unvan, takipçi sayısı, kilo, yağ oranı… Kendi hâline razı olma hakkı kalmıyor.
Diğer yandan da sürekli cep telefonun içinde tüketilen bir toplumsal yaşam var. Orada herkes “selfi” modunda, filtreli bir hayat yaşıyor: Yüzlerde gülücük, ciltler pürüzsüz, her şey neşeli… Gerçek hayatta ise herkes kusurlu…
Dolayısıyla bütün bunlar birleştiğinde, kök inanç yerleşiyor: “Ben böyleysem kabul edilmem.”
Ve güzellik/endüstri bu düşünceleri her gün tekrarlıyor: “Kırışıklıklarınızı yok edin.”, “Fazlalıklarınızdan kurtulun.”, “Kusurlarınızı gizleyin.”, “Yaşlanmayın.”
Aslına bakarsanız bu reklam dili, üstü örtülü bir şiddet dili. Aslında şunu söylüyor: “Sen şu anki hâlinde kabul edilebilir değilsin.” Normal, doğal, yaşlanmış olmak bile “ayıp” ilan ediliyor.
“Güzel” dedikleri de güzel olsa! O da ayrı bir konu…
“BARBİ BEBEK DE VAR HOCAM”
Dün bunları anlattım. Bir öğrencim hemen atıldı: “Hocam, geçmişte de Barbie bebek salgını vardı. Bütün kızlar ona benzemek istiyordu. Bu durumu da aynı şekilde yorumlamak lazım mı?”
Başka bir öğrencim ekledi: “Hocam, dövme yaptıranlara ne diyorsunuz?”
“Peki ya kıyafet modasına?”
Lütfen, sözlerim yanlış anlaşılmasın! Herhangi bir gereklilik nedeniyle birinin burun estetiği yaptırması, başkasının herhangi bir dövme yaptırması ya da güzel, bakımlı olmak değil burada vurgulamak istediğim.
Benim sorum bunları aşırıya götürenlerle ilgili. Bu durumun kimi uzak doğu ülkelerinde gibi giderek bir salgına dönüşmeye başlamasıyla ilgili. Her gün nasıl göründüğünü düşünen, kaygı duyan ve bunun için sürekli bir şey yaptırma ihtiyacı içinde olanlarla ilgili.
SON SÖZ
Buradaki kilit soru bence şu: “Ben güzel görünmek için mi yaşıyorum, yoksa yaşamım güzel olsun diye mi kendimi seviyorum?”
Bu soruya vereceğimiz yanıt, kendimizle yüzleşmemiz bakımından önemli. Ancak meselenin bireysel boyutları kadar toplumsal ve kültürel boyutlarını da görmek zorundayız.
Bu salgına çok geçmeden “dur” demek için atmamız gereken önemli adımlar var. Bu durumu fark etmemiz ve üzerinde biraz düşünerek bir şeyler yapmamız gerekiyor.
Ne dersiniz?
Prof. Dr. Erkan Yüksel
**
3.11.2025 tarihinde şurada yayınlanmıştır:
https://www.akademikakil.com/guzellik-salgini-mi-degersizlik-hipnozu-mu/erkanyuksel/