Bir arkadaşım dert yanıyor: “Üretmiyoruz, tüketiyoruz; çok tembel bir toplumuz.”
Gerçekten öyle mi? Yoksa hikâye daha mı karmaşık? İstediğimiz yerde olamayışımızın altında “tembellik” mi yatıyor; yoksa akıllı, verimli ve üretken çalışmayı mümkün kılan bir sistemi kuramamış olmamız mı? Başka bir deyişle, sorun bizde mi, yoksa sistemde mi?
Mustafa Kemal Atatürk’ün o bilinen sözü kulağımda: “Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir… yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.”
Peki o meşaleyi bugün nerede taşıyoruz? Gelin, birlikte konuşalım.
ASIL MESELE NE?
Bir ülkenin üretkenliğini ölçerken bakmamız gereken iki basit ama çarpıcı gösterge var: Kişi başı yıllık çalışma saati ve saat başına üretilen değer.
İskandinavya ve Hollanda gibi ülkeler daha az saat çalışıp daha çok değer üretebiliyor. Almanya “orta saat–yüksek verimlilik” çizgisinde. Japonya ve Kore’de uzun saatler, hatta “aşırı çalışma” kültürü tartışılıyor.
Türkiye fotoğrafı ise çoğumuzun günlük deneyimiyle uyumlu: Uzun saatler ve nispeten düşük saatlik verim.
Bu tablo, bireyin niyetinden çok, süreç tasarımı, teknoloji kullanımı ve yönetim kalitesi hakkında konuşmamız gerektiğini gösteriyor. Yani mesele “çok çalışmak” değil; akıllı çalışmayı mümkün kılan mimari.
KADINLAR VE GENÇLER
Toplumsal motorun iki büyük silindiri var: Kadınların işgücüne katılımı ve gençlerin eğitimden işe geçişi.
Bu ikisi zayıfsa, motor tekliyor.
Ev içi ve bakım yükü kadınların omzunda. Bakım ekosistemi (kreş, gündüz bakım, güvenli ulaşım, esnek/yarı zamanlı istihdam) zayıf. Kadınlar “teoride” işgücünde, “pratikte” evdeler.
Kadın katılımının yüksek olduğu ülkelerde tablo farklı: Ucuz-erişilebilir-güvenilir bakım hizmetleri ve esnek çalışma modelleri, üretkenliği doğrudan yukarı çekiyor.
Gençlere geçelim. Üniversiteye başlarken 18, mezun olunca 22–24… Yüksek lisans derken 27–28 yaşındalar.
Peki bu sürede iş dünyasıyla gerçek bağ kurulabiliyor mu? Stajlar, mentorluk, işletmeyle ortak müfredat, proje-bazlı öğrenme ne durumda?
Eğer bu köprüler zayıfsa, “gençler tembel”, “iş beğenmiyorlar” demek kolay; ama “haklı ve adil” mi?
Ne yaptık, nasıl yetiştirdik, ne istiyoruz?
BİTMEYEN DERT: KAYIT DIŞILIK
Diğer yandan kayıt dışılık sorunu…
Kayıt dışı istihdam yüksek oldukça, teknoloji yatırımı ve süreç standardizasyonu yavaşlıyor. “Küçük olsun, benim olsun” mantığı ölçek ekonomisini tıkıyor; vergi tabanı daralıyor, inovasyon iştahı sönüyor.
YouTube’da popüler olan bir akademisyenin “Şu marka arabaya binen iş insanından daha çok vergi veriyorum” diye alaycı bir isyanı vardı; gülümsetiyor belki ama meselenin ciddiyetini de özetliyor.
Ancak kayıt dışılık sadece bir “vergi meselesi” de değil; verimlilik mimarisinin kalbinde açılmış koca bir delik.
Dolayısıyla bu kayıt dışılığın sorumlusu da “ben”, “gençler”, “kadınlar” ya da “onlar”, “bunlar” değil.
ŞEHİRDE ZAMAN, KIRDA EMEK
Bir başka çarpıklıktan daha söz edeyim…
Şehirde gün, trafikte başlıyor. Bir arkadaşımın İstanbul rutini: Üç araç değiştir, gidiş geliş toplam üç-dört saat…
Ofise vardın; şimdi de arka arkaya toplantılar, “acil” mesajlar.
Günün sonunda kaç saat derin iş çıkarabildik?
Zaman akıp gidiyor, akşam olunca, “iş için yaşıyoruz” hissi kalıyor.
Köyde tablo tersine dönüyor gibi…
Kimi köylerde gençler, orta yaşlılar, yaşlılar ayrı kahvehanelerde. Okey masalarında sabah akşam.
Köyler boşaldıkça kalan yaşlılar üretim maliyetlerinden yakınıyor: Mazot, gübre, işçilik; mahsul para etmiyor.
Gençler büyük şehre göçüyor ama orada da "barınma-ulaşım-iş" üçgeninde yeni bir labirente giriyor.
Bu iki fotoğrafın ortak mesajı şu: Bu tembellik değil, sistemsel bir sorun. Şehirde zamanı, kırda emeği doğru kullanamıyoruz.
BU TARTIŞMAYI NASIL KAPATALIM?
Suçu "kişiye" yüklemek kolay ama sistemi konuşmamız gerekiyor. Çünkü mimariyi düzeltmeden tek başına kişiyi verimli hale getiremeyiz.
Türkiye’den yurt dışına gidip oradaki sistemde üretime dahil olanlar aynı insanlar değil mi; oradaki başarılarına şahit olmuyor muyuz? Demek ki mesele kişiyle çok daha alakalı bir durum değil.
"Sistem" dediğimizde de aklımıza ilk gelen: yönetim ve organizasyon, teşvik ve düzenleme, kent tasarımı ve bakım ekonomisi konuları.
Öğrencilik yıllarında bir hocam şöyle derdi: “Üçüncü dünya ülkelerinin kaynak sorunu yoktur; kaynak çoktur. Sorun, o kaynağı nasıl kullandığımızdır; yönetim ve organizasyon sorunudur.”
Atatürk’ün “çalışkan ve zeki millet” vurgusunu hafife almayalım; ama onu romantik bir teselliye de çevirmeyelim. O meşaleyi taşımanın bugünkü karşılığı, verimlilik mimarisini düzeltmektir.
Özetle: Suçu birine ya da birilerine atmayı bırakalım; sistemi akıllı kuralım.
"Bilimle yol aç, eğitimle el ver, rehberlikle iz bırak ve her adımda bireye ve topluma değer kat…"
Benim misyonum ve teklifim bu.
"Sen" sahadan deneyim getir; "ben" veriyi, yöntemi ve yol haritasını örerim.
Birlikte “tembellik” etiketini sessize alıp "çıktıyı" konuşur hale gelebiliriz.
Yoksa daha çok “Türk cehennemi” fıkrası anlatır dururuz.
Prof. Dr. Erkan Yüksel